
Çok Önemli Bir Kapak...


Mısırlı Bir Liderin Mustafa Kemal'den Yardım İstemesi | | | |
Birgün Mısır'da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine: "Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?" diye sordu. Olabilecek şey değildi ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal: "Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?" diye sordu. Adamcağız yüzüne bakakaldı: "Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya..." dedi. "Benimle olmaz, Beyefendi Hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o vakit gelip beni ararsınız."
( Falih Rıfkı Atay )
Oradan Böyle Geçilir! | | | |
Japon Veliahtı'nın Ziyareti | | | |
Valle Padişah Bilir! | | | |
1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı: "Depremden çok zarar gördün mü, baba?" diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: "Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?" İhtiyar, Kürt şivesiyle: "Valle Padişah bilir!" dedi. Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: "Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakayım zararın ne?" İhtiyar tekrar etti: "Padişah bilir!.." Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü: "Siz daha devrimi yaymamışsınız" dedi. Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi: "Köylere genelge yolladık Paşam" dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: "Oğlum, genelgeyle devrim olmaz!..." dedi.
( Ahmet Hidayet Reel )
Üç Ayda | | | |
Yeni Türk Alfabesi'nin ilk şekillerini kendisine götürdüğüm zaman, komisyonun, en aşağı beş senelik bir geçiş devresi düşündüğünü söylemiştim. Gazeteler evvelâ birer sütunlarını yeni harflerle hasredecekler, yavaş yavaş bu sütun sayısı artacak, nihayet bütün gazeteler yeni harflerle çıkacaktı. Mektepler için de, bu benzer dereceli usuller düşünmüştük.
Dikkatle dinledikten sonra, bir daha sordu:
- "Demek beş sene düşündünüz?"
- Evet
- "Üç ay!" dedi.
Donakaldım: Üç ay! Üç ay içinde, bütün memleket neşriyatı Lâtin harflerine değişecekti. İlave etti. "Ya üç ayda tatbik ederiz yahut hiç tatbik edemeyiz. Sizin Arap harflerine bırakacağınız sütunlar yok mu, onların adedi bire de inse, herkes yalnız o sütunu okur; ve beş sene sonra, tıpkı yarın başlar gibi, başlamaya mecbur oluruz. Hele arada bir buhran, bir harp çıkarsa, attığımız adımları da geri alırız." ( Falih Rıfkı Atay )
İnönü Ve Mussolini | | | |
Sen Hayatında Böyle Bir Ağaç Yetiştirdin mi ki Keseceksin! | | | |
İtalyan Sefiri | | | |
İtalya'nın Akdeniz vilayetlerimize göz diktiği sıralardaydı. İtalyan Sefiri, Atatürk'ün huzurunda, Mussolini'nin bazı iddialarını söylemek cesaretini göstermişti. Atatürk bir müddet dinledikten sonra: "Brikaç dakika sonra konuşalım..." diyerek öbür odaya geçmiş, tekrar döndüğü zaman, 'Harp sahnelerinde harikalar yaratan Başkumandan' olarak, askeri elbiselerini giymiş bulunuyordu. "Şimdi istediğiniz gibi konuşabiliriz sefir hazretleri" dedi. Sefirin ne hale geldiğini söylemeye lüzum yok...
( Niyazi Ahmet Banoğlu )
Büyük Geçmiş Olsun! | | | |
Efelerin Akşamı | | | |
Mustafa Kemalce Bir Yanıt | | | |
İstanbul'un işgal günleri; başta General Harrington olmak üzere bir kısım işgal kumandanları Pera Palas Salonu’nun bir köşesinde otururlar. Mustafa Kemal nedense dikkatlerini çeker. Kim olduğunu soruşturdular. Mustafa Kemal denir. Onlar için Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nın en ünlü şahsiyetlerinden biridir. Yabancı dillerde Çanakkale Harpleri’nden bahseden ve daima Mustafa Kemal'in isminde düğümlenen kitaplar, yazılar, o zaman bile bir kitaplığı doldururdu.
Kendisine haber göndererek masalarına davet ederler. Ama Mustafa Kemal'in cevabı hem nazik, hem kesindir:
- Burada ev sahibi olan biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir.
(Olaylar ve Atatürk)
Bu Milletvekilliği Ayrıcalığını Hiç Beğenmedim | | | |
Atatürk bir sabah Florya'dan Dolmabahçe Sarayı'na dönüyor. Yeşilköy İstasyonu'nun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve Başyaver'e: "Sorunuz, tren var mı?" diye emir veriyor. O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir. Hep birlikte otomobilden inip yanındakilerle trene biniyor. Karar ani verildiği ve tatbik edildiği için bu trene biniş hemen kimsenin nazarı dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, herşeyden habersiz olan kondüktör Ata'nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor: "Vazifeni yap! ( Yanındakileri göstererek ) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?" Yanındakiler cevap verirler: "Paşam biz mebusuz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz." Ata hayretle: "Bu imtiyazı hiç beğenmedim. Çok ayıp ve acayip bir kaide. Çok güzel Halkçılık." ( Kılıç Ali )
24 Ağustos | | | |
24 Ağustos sabahı Mustafa Kemal Paşa Ankara'dan hareket etti. Afyon'un güneyinde geceyi geçirdi. 25-26 gecesi Kocatepe'nin hemen güneyindeki Başkomutanlık Karargâhı'na geldi. Şafakla beraber saldırı emrini verdi. Ankara'dan hareket edeceği günün akşamını Keçiören'de yakın adamları ile geçirmişti. Ayrıldığı zaman bir hayli yorgundu. Yanındakilere: " Taarruz haberini alınca hesap ediniz. On beşinci günü İzmir'deyiz" demişti. Acaba içkinin tesirimiydi? Arkasından hafifçe gülüştüler bile. İzmir'den dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber bulunduklarından bir ikisini görünce: "Bir gün yanılmışım...Ama kusur bende değil düşmanda!" dedi. İzmir'e Taarruz'un on dördüncü günü girmişti. ( Falih Rıfkı Atay)
Atatürk ve Spor | | | |
Bir gece Atatürk Ada'da yat kulübünde konuşurken, yanındakilerden birinin sportmen olduğunu anladı. Ona şu suali sordu:
- Spor nedir?
Muhatabı, sporu herkesin bildiği gibi tarif etti.
Gazi dedi ki:
- "Bana daha açık, bariz bir tarif bulabilir misiniz?"
Belki en güzel cevabı bulabilmek için düşünen sportmenin ufak bir tevakkufu üzerine Gazi şu hatırasını anlattı:
"Arıburnu Kumandanı idim, iki tarafın ateş hatları arasında elli altmış metre mesafe vardı. Birbirine en yakın hatlar arasında dolaşan Türk ve İngiliz keşşaflarından ikisi gecenin kara kesafeti içinde ellerindeki uzun silahları istimal edemeyecek kadar burun buruna temas etmişler. Her iki cesur keşşaf, silahlarını atmışlar doğrudan doğruya birbirini boğazlamak için ellerini kullanmak zaruretini hissetmişler.
İngiliz keşşaf yumruklarını sıkmış, boks denilen idmanı, Türk neferinin vücut ve kalbi üzerinde tatbik etmeye başlamış. Bu mahirene yumruk idmanını bilmeyen Türk neferi kalbine maddeten; vicdanına manen vurulan darbelerin tesiri altında iki elinin ötekinin boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırtlağını yakalamış. Düşman neferinin boğazı iki demir pençesinin mengenesinde sıkışınca bizim nefer, boks darbelerinin iptida hafiflediğini biraz sonra zail olduğunu görmüş.
Nefer, esirini sürükleyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısından sonra idi. Evvela düşman neferini isticap ettim.
- Ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin?
- Spor, cevabını verdi.
Bizimkine sordum:
- Nasıl oldu?
Nefer, esirin verdiği ilmi cevabı anlamamış olmaktan korkarak:
- Bilmiyorum, dedi. Ben birinci ilmi ve fenni değil, ikincinin cehilden ziyade edep ve terbiyesi üzerinde fazla durmadım.
- Sen sportmen misin?
- Evet, çok iyi...
- Bizim neferi nasıl buldun?
- Bilmiyor dedi.
Türk neferine döndüm:
- İşitiyor musun, senin için bilmiyor, cahildir, dedi.
Kısaca;
- Huzurumuza getirdim efendim, cevabını verdi.
Gazi devam etti:
- Ben spor nedir, diye sorulursa vereceğim cevap şudur:
- "Spor; vatanın, milletin ali menfaatlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millet hadimlerinin huzuruna getirebilmek kabiliyeti maddiye ve maneviyesidir. "
(Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları)
Mekke'ye Şapkayla Gireceksin | | | |
Zülüflü İsmail Paşa | | | |
15 Yıl Hüküm Süreceksin | | | |
Atatürk'ün Zaferden Sonra Ankara'ya Gelişi | | | |
Büyük Taarruz başarılmış ve düşman denize dökülmüştü. Ülkenin her yerinde bu bayram kutlanıyordu. Davullar çalınıyor, zeybekler oynanıyordu. Her evde, her ocak başında bu konuşuluyor; herkes birbirine sarılıp bunu kutluyordu. Ben, bu son muharebede yaralanmış, Ankara'ya gönderilmiştim. Ankara'da Numune Hastanesi'nde yatıyordum. Bizler bu olayları gazetelerden ve gelen hasta bakıcılardan öğreniyorduk. Bir Ekim günü Ata'nın Ankara'ya döneceği haberi hastanede yıldırım gibi duyuldu. Bu haber bütün hastalara bir hayat iksiri gibi tesir etmiş ve herkes iyileşmişti. Hepimiz Ata'yı karşılamaya gitmek istiyorduk. Fakat hastanedeki doktor ve bakıcılar tabii ki buna izin vermek istemiyorlardı. Biz birkaç gazi asker ve subay arkadaşla beraber istasyona gizlice gitmeye karar verdik. O gün sabahleyin kendimize çeki düzen vererek; yarı sivil, yarı asker, yarı hastane kıyafetiyle istasyona koştuk. İstasyona bir geldik ki, mahşeri bir kalabalık; bugünkü Gençlik Parkı ve Paraşüt Kulesi'nin olduğu yeri hınca hınç doldurmuştu. Yüzbinlerce kişi, kadını, erkeği, ihtiyarı genciyle civar köy, kasaba ve vilayetlerden; atlarla, arabalarla, kağnılarla, eşeklerle gelmişler, Ata'yı görmek için meydanları doldurmuşlardı. Adım atacak yer yoktu. Davullar çalınıyor, zeybekler oynuyor, halaylar çekiliyordu. Az sonra sesler kesildi. Herkes trenin istasyona girmekte olduğunu söyledi. Sonra da tren istasyona girdi. "Yaşa var ol!" sesleri, davul-zurna seslerine karışıyordu. Atatürk trenden inmiş ve istasyondan Meclis'e kadar yürüyerek kumandanlarıyla beraber ilerliyordu. Kurbanlar kesiliyor herkes ve bizler gözyaşları ile bu sevince katılıyorduk. Ata'nın adımının önüne kundaktaki çocuğunu, "Sana bu evladım veya torunum da feda olsun" demek için koyan kadınlar, nineler gördüm. Bizler bu coşku içinde erlerle sarılıp ağlaşıyorduk. Atatürk, bir ilah gibi, bu coşkulu karşılama arasında hiçbir aşırı hareket göstermeden rüzgar gibi tak, tak, tak, tak diye askerce yürüyerek geçip, Meclis'e gitti. Bizler bu mutlu sonu bir muhteşem film gibi seyrederek ve gördüklerimizi birbirimize anlatarak hastaneye döndük. Hastaneye bir geldik ki, hastanede birkaç ağır hasta ve birkaç bakıcıdan başka hiç kimse kalmamış. Sargılarla, alçılı ayaklarla koltuk değnekleriyle herkes bizler gibi bu muhteşem merasimi görmeye koşmuştu. ( Halil Nuri Yurdakul )
Peynir, Zeytin, Soğan ve Kuru Ekmek | | | |
Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongreleri’ne katılan arkadaşlarıyla birlikte ciddi para sıkıntısındaydı. Erzurum'dan Sivas'a intikal sırasında, yoldaki durumlarını Mazhar Müfit şöyle anlatır:
"Önümüzde ve Paşa'nın üstün iradesi ve dahi ışığı altında yeni ve engin bir savaş ufku açılmıştı. Erzurum'dan sonra yeni bir irade, yeni bir madde ve mana hamlesi ile büyük vatan savaşına atılacak, Erzurum'da kurulan büyük temele bina edilecek eserin ikinci safhasındaki çalışmalara katılacaktır.
Sesimi biraz yükseltmiş olacağım ki, öndeki arabadan Mustafa Kemal Paşa arkaya bakarak eli ile;
- Daha yüksek sesle!... diyerek işaret veriyordu. Ve bu işaret üzerinedir ki, yine gayri iradi, gayri ihtiyari olarak dilimin ucuna:
"Ey gaziler yol göründü tarihi şarkısı geldi ve ben bu şarkıya başlayınca insiyaki bir sirayetle hemen bütün otomobillerdeki arkadaşlar da bana katıldılar ve hep bir ağızdan bu şarkıyı okuduk ve söyledik. Arızasız öğle vaktini bulduk. Her kilometreyi arızasız kat ettikçe adeta sevinç duyuyor ve:
- Otomobillerimiz bu vaziyette bizi Sivas'a selametle ulaştırabilecekler ümidini muhafaza ediyorduk. Bir pınar başında mola verdik. Paşa:
- Hemen yemeğimizi yiyelim, vakit kaybetmeksizin yine yola devam edelim dedi.
Çünkü 4 Eylül'de kongrenin açılması kararlaştırılmış olduğuna nazaran, yolculuğumuz muayyen bir programla tayin ve tespit edilmiştir.
Hareket ve molalarda o programa uymak zorundaydık. Ancak paşanın;
- Yemeğimizi yiyelim deyişinde sonraki vaziyetimizin biraz acıklı olduğunu da tebarüz ettirmeyelim. Yemek deyince, bilhassa Anadolu'daki kara yolculuklarında gün görmüş insanlar için yemek; tavuk, hindi, soğuk et, su böreği, köfte vesaire gibi şeylerden düzülen nevaledir.
Hepimiz de bu çeşit nevalelerle yolculuk etmiş insanlardık. Fakat, bu defa nevalemiz; peynir, zeytin ve kuru ekmekten ibaret bir azıktı. Su başında rastladığımız köylüler de torbalarından birkaç baş kuru soğan ikram ettiler. Fakat, paşa başta olmak üzere hepimiz en büyük bir lokantada pişirilmiş veya ziyafette tertiplenmiş yemeklerden ve İstanbul tabiri ile et'ime-i nefise-i lezize (en güzel yemekler) den daha mükemmel ve daha iştahlı olarak zevkle kuru soğanı, peyniri, zeytini, ekmeğimize katık ederek ve pınarın buz gibi suyunu içerek karnımızı doyurduk.
(İlginç Olaylar ve Anektotlarla Atatürk)
Atatürk'e Bir Köylünün Cevabı | | | |
Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta Moskoflar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi :
- Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, balkan milletlerini "istiklal" diye kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler durmadan zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.
Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
- Bu köşk kimin?
- Kirkor'un...
- Ya şu koca bina ?
- Yargo'nun
- Ya şu ?
- Salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
- Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur:
- Biz mi nerede idik? Biz Yemen'de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağları’nda, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk paşam...
Atatürk bu hatırasını naklederken:
- Hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.
(Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları)
Atatürk ve Annesi | | | |
"Bu ana; oğluna daha beşik çocuğu iken, vatan ve millet sevgisini telkin eden ninnilerden başlamış, O’nu her çağında aynı akidelerle büyütmüş, köyde, şehirde tahsile sevketmiş ilim ve irfan aşılamıştı. Yetişen, mevkiini bulan halaskar oğlunu o, Mustafa kemal yapmıştı.
Anasını ziyaretlerinin her birinde Atatürk o’nun mübarek elini büyük bir saygıyla öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür Mustafa, hatta Mustafacık olurdu.
Çankaya’da bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir vaziyeti, kıymeti hudutsuz olan bayan Zübeyde’nin faal zekasının bir numunesi olarak arz edeceğim.
Atatürk, anasının elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. O’nu kucakladıktan sonra Aziz Türk Milleti’ne eşsiz bir halaskar kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalıydı. Fakat öyle olmadı, bahtiyarlığını gülen ve şirin yüzünden okurken o Büyük Türk Anası kolları arasında uzaklaşan ciğerparesinin eline sarıldı. Atatürk:
- "Ne yapıyorsun anne" dedi. Elini çekmek istedi.
Bayan Zübeyde, sükunetle ve kat’i bir ciddiyetle:
- "Be senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun, fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebaasıyım. Elini öpebilirim" cevabını verdi.
Oğlunun elini öpmekten ziyade bayan Zübeyde, bu hareketiyle oğlunun mevkiinin en büyük ihtirama layık olduğunu etrafındakilere işaret ediyordu. Büyük Türk Anası sayın bayan Zübeyde’yi ne zaman hatırlasam gözlerim yaşarır, O’nun buna benzer hatıraları önünde derin hürmet duyarım. Bu mülakat sayesinde gerek O’nu ve gerekse oğlunu her ikisinin büyük terbiye ve nezaket kabiliyetlerini daha yakından tanımıştım.
(Cevat Abbas Gürer)
Türk'ün Dostu Var Mı? | | | |
28 Haziran, 1933 Ankara Erkek Lisesi’nde:
Sınava giren çocuklardan biri sorulan bir soruya şöyle karşılık vermişti:
- Fransa ile olan geleneksel dostluğumuz gereği...
Atatürk, derhal sözü keserek sormuştu:
- Hangi geleneksel dostluk, bu nereden çıktı, kim söyledi bunu?
O zaman coğrafya hocası ayağa kalkarak "Ben söyledim paşam" diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönerek ve "sen söyle tarih hocası" deyince, hemen ayağa kalkarak cevap vermiştim.
- Paşam ortada geleneksel dostluk diye bir şey yoktur. Yalnız ortak hareketlere Fransız yazarları geleneksel dostluk niteliği vermişlerdir. Örneğin Kırım Savaşında olduğu gibi...
- Aferin, bu gerçekten böyledir. Acınarak söylüyorum Türk’ün geleneksel dostu yoktur. Çıkarlar ortak olunca Avrupalılar buna hemen geleneksel dostluk ismini vermişlerdir buyurmuşlardı.
(Arıburnu, age, S.199)
Şapka Devrimini Neden Kastamonu'da İlân Etti | | | |
Bis, Bis!.. | | | |
Atatürk’le Musollini’nin arası malum!... İkinci Dünya Savaşı’nın "sinir harbi" dediğimiz söz hücumları Mussoli’nin baş silahı.
İtalyan diktatörü, o sırada yine bir nutuk söyleyerek, aklınca sinirlerimizi bozmak istemişti. Atatürk, buna fiili bile cevap mahiyetinde, Antalya’ya bir seyahat hazırladı.
Yolda otomobiller, güzel bir yerde mola verdiler. Atatürk, kulağına akseden bir türküyle ilgilendi.etrafı aradılar.bunu bir çoban söylüyordu.
Çobanı getirdiler. Atatürk:
- Türküyü sen mi söylüyorsun? diye sordu. Çoban, "evet" deyince:
- Sesin güzel, okuman da fena değil, burada da söyle de dinleyelim!...
Çoban bir şey anlamamıştı. Ata izah etti:
- Bis demek, beğendik, bir daha söyle, tekrarla demektir. Çoban türküyü tekrarladı. O zaman Atatürk, cebinden bir "elli liralık" çıkardı, çobana uzattı. Çoban paraya baktı, aldı, memnun bir tavırla kuşağının arasına koyduktan sonra, ellerini çırptı ve yüksek sesle haykırdı:
- Bis, bis!..
Atatürk, bu zeki hareket ve cevap karşısında o kadar memnun olmuştu ki, yanındakilere döndü:
- İmkan olsaydı da Mussolini şu sahneyi görseydi ve şu cevabı işitseydi,
Dedi, hangi millete nutuk söylediğini anlardı!..
(Niyazi Ahmet Banoğlu)
İngiliz Kralı'na Verilen Ziyafet | | | |
İngiliz kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:
- "Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!..." dedi.
Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular... Akşam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk'e dönerek:
- "Sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim" diyerek memnuniyetini bildirdi."
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral'a eğilerek:
- "Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!" dedi. Bütün sofradakiler Atatürk'ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da "vazifene devam et" emrini verdi.
(Enver Behram Şapolyo)
Atatürk ve Baba Kavramı | | | |
Diyarbakır’da paşa kumandandı. Ben de emir subayı idim. Babam, Paşa’nın içtiğini duymuştu. İzinden dönerken bana:
- Bir damla bile içersen hakkımı helal etmem, dedi. Döndüm. Karargaha vardığım akşam Mustafa kemal Paşa yakın subaylarıyla sofrada oturmuş içiyordu. Bana da bir kadeh koydular. Ben içer gibi yapıp vakit geçiriyordum. O vakit baş yaveri olan Cevat Abbas, usulca Paşa’ya eğildi:
- Paşam, Nesip içmiyor, atlatıyor, dedi.
O vakit Mustafa Kemal bana döndü kadehini kaldırdı:
- Nesip şerefine, dedi.
Ben kıpkırmızı olmuştum. Paşa sordu:
- Ne o bir mazeretin mi var?
- Paşam diye cevap verdim. Sizin için canımı feda ederim, yalnız buraya gelmeden babam bana içki içmemem için yemin ettirdi de tereddüdüm odur.
Mustafa kemal o vakit:
- Bırak kadehi öyleyse, dedi. Babanın emri, benim emrimden üstündür. Seni taktir ettim. Babasına hayrı olmayanın, kimseye hayrı olmaz.
(Mehmet Nesip Himalay)
Hacer Nine | | | |
Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.
Sakarya Savaşı'ndan Dönüş | | | |
Atatürk ve Adalet | | | |
Birçok kimsenin düşündüklerinin aksine Atatürk’e ve istediklerine muhalif fikir söylemek kabildi. Hatta samimi olmak şartıyla makbuldü. O’nun her dediğine kavuk sallayan ekseriye kendi samimiyetlerinden şüphe edenlerdir. Şu hikaye buna ne güzel bir misaldir.
Atatürk bir Balıkesir seyahatinde kendisine Milli Mücadele’de yakın hizmetler etmiş bir kimsenin müracaatı ile karşılaştı. Bir mevzuda haksız olarak mahkum olduğunu söyleyerek şikayet etti. Atatürk:
- "Haklısın, meseleyi ben de biliyorum" dedikten sonra refakatinde bulunan genç bir adliye müfettişini çağırdı. Mevzuu anlattı ve kararın düzeltilmesini istedi. Müfettiş hikayeyi dinledikten sonra:
- "Efendimiz, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra tekemmül etmiş (yetkinleşmiş). Hükmün infazından başka yapılacak kanuni çare yoktur.
Atatürk:
- "Ama ben söylüyorum bu iş haksızdır. Çünkü ben işin usulünü biliyorum, dedi.
Genç adliye müfettişi ısrar etti:
- Efendimizin bu beyanı kanun nazarında bir değişiklik yapamaz. Adliye vekaletinin de bir şey yapmasına imkan yoktur.
Ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtına kopacağına hüküm veriliyordu. Fakat, Atatürk şayanı hayret bir sükunla sordu :
- Peki, bir adli hata olursa kanun bunun tashihini öngörmez mi?
Müfettiş:
- Yeni delille mahkemenin tekrarı istenebilir.
O vakit, Atatürk, müracaat eden zata döndü:
- Beni şahit olarak göster. Onda yeni deliller olduğunu haber aldım diye iddia et. Ben mahkemeye gider ve şahitlik ederim.
Sonra adliye müfettişine döndü:
- Size teşekkür ederim, dedi ve müracaatçıya da.
- Neden bana vaktiyle müracaat etmedin? Zamanında gelir şahitlik ederdim. Beyhude mahkemeleri de kanunu da işgal etmezdin. Her vatandaş, hatta reisicumhur dahi olsa adalete hürmetle mükelleftir.
(Münir Hayri Egeli)