29 Nisan 2010 Perşembe

Su mu Rakı mı ?

Atatürk'ün En sevdiği hikayelerdenmiş. Arada kendi anlatır, arada başkasına anlattırır, hep gülermiş.

Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere Sormuş :
"Bir eşeğin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, biri rakı.
Hangisini içer?" Cevabı kendi veriyor: "Tabii suyu."
Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"
Arkadan bir bekri söz alıyor. Yüksek sesle cevaplıyor.
"Eşekliğinden."
Atatürk bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor.

Bir akşam Orman çiftliğinde yanında erkanı, açık havada oturuyorlar.
Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk
çalışıyor. Atatürk el edip, çağırıyor. Soruyor:
"Söyle çocuk: Bir eşeğin önüne iki kova koysan. Biri rakı dolu, biri su.
Hangisini İçer?"
Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor. Gazi Paşa Hazretlerinin ve yanındaki
Muhterem zevatın önünde rakı kadehleri. Devletin en büyükleri...Esas
vaziyetine geçiyor :
"Rakıyı kumandanım!"
Atatürk kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor.

"Aman beyler! Neden diye sormayın

27 Nisan 2010 Salı

İnsanın şair olası geliyor

Atatürk’ün rakıyla tanışması dönemin ünlü yazarı Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya isimli eserinde aşağıdaki şekilde anlatılır:

“Genç Mustafa Kemal arkadaşları ile Beyoğlu eğlence yerlerine giderdi. İyi giyinmeyi ve yaşamayı severdi. İstanbul'a gelinceye kadar biradan başka içki kullanmamıştı. Bir gün arkadaşı Ali Fuad'la (Cebesoy) beraber Büyükada'ya gitmişler. Ne lokantada yiyip içecek, ne de otelde geceleyebilecek paraları yok. Ali Fuad bir şişe rakı, bir şişe bira, ekmek ve yemiş almış ve beraber çamlığa yürümüşler. Mustafa Kemal bir şişe birayı bitirince:
- Şimdi ne yapacağım? demiş.
İlk defa rakıyı o akşam denemiş. Başı bir hoş dönmüş. Güneş batmak üzere; sigara paketinin altına resimler çizmiş, sonra:
- Fuad, demiş, ne iyi içki imiş bu... İnsanın şair de olası geliyor.”

Görüleceği gibi Harbiye Öğrencisi Mustafa Kemal, rakıyla daha ilk tanışmasında bu içkinin hoşluğunu teslim etmiş, etkisini anlamış ve o günden sonra en çok tercih edeceği içkiyi keşfetmiştir.

26 Nisan 2010 Pazartesi

İzmir rakıyla daha güzel

Rakının hayal dünyasını hareketlendirdiğini iyi bilen Mustafa Kemal’in, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’nin ağır disiplin ve gerçekçilik gerektiren şartlarında içkiden uzak durduğu yakın çevresinin defalarca zikrettiği bir konudur. Atatürk hakkındaki eserlerde bu dönemde içki içildiğine dair bir veriye rastlayamıyoruz. Ancak Kurtuluş Savaşı’nın bitişinde, İzmir’in kurtuluşundan sonra Atatürk’ün rakı içtiğini görüyoruz.

Falih Rıfkı Atay’ın aktardığına göre Başkumandan Atatürk, yanında subaylar olmadan, tek başına şehri gezmeye çıkmış. Devrin ünlü oteli Kramer’e gitmiş. Otelin lokantası bir hayli kalabalıkmış. Garsonlar tek başına gördükleri Mustafa Kemal’i başta tanıyamamışlar ve yer olmadığını söylemişler. Sonra içeridekilerden biri tanıyınca, ortalığı bir telaş alıyor ve hemen Atatürk’e yer buluyorlar. Atatürk rakısını söylüyor. Sonra yanındaki şefe soruyor:
- Kral Konstantin, bu otele gelip rakı içti mi?
- Hayır Paşa efendimiz.
- Öyleyse İzmir’i niye almak istemiş ki?
Görüleceği gibi rakı Atatürk’ün gözünde de kendi başına bir güzellik değil, bulunduğu mekanı da güzel kılan bir içkidir.

22 Nisan 2010 Perşembe

Ata'nın sofrasında kurallar

Vatan kurtulduktan, ülke bir düzene kavuştuktan sonra Atatürk rakı içmeye başlar. Ancak hiçbir zaman bağımlı olduğu söylenemez. Bu durumuna ispat olarak Nutuk’un yazıldığı süre boyunca içki içmemesi de gösterilebilir. Sarhoşluktan hoşlanmayan, sarhoş olanları kibarca uyararak sofradan uzaklaştıran, hatta bir keresinde sofrayı kendisi terk eden Atatürk’ün sofrasında rakının saati ve usulü bellidir.

Atatürk döneminde Özel Kalem Müdürü ve daha sonra Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri olan Hasan Rıza Soyak’ın aktardığına göre Atatürk gündüz içilmesine ve vazife başındayken içilmesine, siyasi ve önemli konular hakkında konuşulacağı, kararlar alınacağı durumlarda içilmesine kesinlikle karşıdır. Sofrada uzun süre oturur, ancak fazla içmez. (Bkz. Atatürkten Anılar, YKY) Sofrada her şey konuşulur ancak dedikodu yapılmaz. Sofra’da çatal-bıçak, tabaklar, örtüler düzenli olmalıdır.
(Atatürk’ün Hususiyetleri, Cumhuriyet Gazetesi Yayını)

21 Nisan 2010 Çarşamba

Kemal, hayat kuru bir kestanedir

Samet Ağaoğlu’nun “Babamın Arkadaşları” isimli kitabında Atatürk’ün, Selanik’te subayken başından geçen bir olay anlatılır.

“İkisinin de parasız oldukları bir gün içkili bir lokantaya gidiyorlar. Yalnız birer rakı ısmarlayabiliyorlar. Meze için paraları yok. Etraftaki masalarda bol bol yeniliyor, içiliyor. Bu sırada içeri bir kuru kestaneci giriyor. Atatürk arkadaşına paran varsa kestane alarak meze yapalım diyor. O ceplerini karıştırıyor, on para buluyor. Aldıkları kestanelerden birisini Atatürk ısırmak istiyor. Fakat kuru meyve o kadar sert ki muvaffak olamıyor ve arkadaşına hayat nedir diye soruyor. Ötekisi yüzünde hazin bir tebessümle, ‘Kemal, hayat şimdi kuru bir kestanedir’ cevabını veriyor.”

Atatürk’e bu cevabı veren arkadaşı, İttihat ve Terakki döneminin “Milli Hatip”i Ömer Naci’dir. Ömer Naci, İttihat ve Terakki içinde de halk arasında da heyecanı ve gözünü budaktan sakınmayan samimi yurtseverliği ile sevilen bir şahıstı. Atatürk ile olan dostluğu daha Manastır’daki öğrencilik yıllarından başlar. Atatürk'e edebiyatı sevdiren kişi de odur. 1916 yılında İran Azerbaycan’ın da kurduğu milis kuvvetleriyle Rus ve İngiliz birliklerine karşı savaşan Ömer Naci, Kerkük’te tifüsten öldü.

20 Nisan 2010 Salı

Paşadan gizli rakı yerine su içince...

Çankaya Köşkü'nde hemen her akşam kurulan sofra devletin idare salonu gibiydi. Şükrü Saraçoğlu ile Gazi'nin arasında epey mesafe vardı. Bu mesafe ilginç bir durumu da gizliyordu. Şükrü'nün gençliğinden beri içkiyle arası yoktu. Ama Gazi'nin sofrasında itiraz etmenin imkânı yoktu. Mustafa Kemal, muhakkak içki teklif ediyordu. Şükrü bu duruma pratik bir çözüm bulmuştu. Garsonlara rakı yerine her iki bardağına da su koymasını istemişti. Böylece sek rakı niyetine suyu yudumluyordu. Gazi durumun farkında değildi. Şükrü de bu durumdan rahatlayarak, suyu rakı niyetine bardak bardak devirmeye başladı. Ne zaman sonra Gazi'nin seslenmesiyle sofradaki herkes başını Şükrü'ye çevirdi.

- Saraç saat kaça geldi? Şükrü bu soruya şaşırmıştı. Saatine bakıp cevap verdi.
- On biri çeyrek geçiyor paşam.
- Peki beni atlatma saati geldi mi dersin?

Şükrü başına geleni anlamıştı. Gazi bu küçük hilenin farkına varmış kendine özgü üslubuyla Şükrü'ye laf atıyordu. Şükrü hemen bulunduğu yerden kalkarak Gazi'nin yanına geldi. Garsonların getirdiği bir sandalyeyle yanına oturdu. Muzip bir çocuk gibi yüzünde hafif bir gülümsemeyle;

- Afederseniz paşam, dedi.
Gazi kolundaki saati çıkarmaya başladı. Oldukça pahalı olan Vaşara Konstantin marka saatini kolundan çıkarıp Şükrü'ye doğru uzattı.
- Al tak bakalım. Bundan böyle beni atlatma saatini kaçırmazsın!...
Şükrü iyice şaşkındı. Saati heyecanla koluna taktı. Mustafa Kemal Paşa bir yandan gözünün ucuyla ona bakarken bir yandan da kahkahalarla gülmemek için kendini zor tutuyordu.
- Evet şimdi sen de vaziyeti telafi et bakalım. Garsona işaret etti.
- Saraç'a bir rakı doldur çocuk.
(Gürkan Hacir, "Efe Başvekil, Şükrü Saraçoğlu'nun Romanı")

19 Nisan 2010 Pazartesi

Atatürk ve Neyzen Tevfik

Atatürk Neyzen'in ününü duymuş olacak ki, çağırtmış köşküne sohbet etmişler, uzun uzun aşkla üflemiş Neyzen.. Ardından sormuş Atatürk..

- Senin çok fazla içki içtiğini söylüyorlar, benim kadar içer misin ?
Neyzen düşünüyor, içkinin hududu olmaz.
- Ne kadar içersiniz ?
- İki tane kiloluk rakı içerim.
Ata kelimelere basa basa şu sözleri söylemiştir, Neyzen'in gözünü korkutmak istemiştir.
- Nasıl içersiniz ?
- Canım ne isterse; susuz, mezesiz.
Neyzen:
- Ben de iki kiloluk içerim ama, öyle içmem.

Neyzen'in arzusu ile ortaya kocaman bir emaye kase geliyor, iki kiloluk rakıyı neyzen kaseye boşaltıyor. Başını sokup lıkır lıkır içecek zannediyorlar. Fakat Neyzen'in isteği daha bitmemiştir, bir somun ekmek ve irice bir kaşık geliyor. Neyzen ekmeği lokma lokma koparıp kasedeki rakının içine bastırıyo. Lokmalar rakıyı iyice çektikten sonra çalakaşık yanaşıyor.
Yine anlatılanlara göre, Ata:
- Pes, pes, diye bağırarak ayağa fırlamış ve elleriyle yüzünü kapamış, ayrılırken de saygılarını sunmuştur. Yine rivayete göre Ata öldükten sonra Neyzen, evinden haftalarca çıkmamış.

15 Nisan 2010 Perşembe

Atatürk’ün Muhteşem Sabrı

Yüce Önder Atatürk’ün aslında rakı tiryakisi olmasına rağmen zaman zaman diğer içkileri de tercih etmesi, bir bakıma çağdaş eğlence tarzını benimsemesinden kaynaklanır. Zaten bu nedenle Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte çağdaş yaşam ve eğlence tarzlarının temelleri atılır. Böylece eğlence hayatında yeniden yapılanma, eğlence yerlerinin bazılarında da kimlik değişimi yaşanmaya başlar.

1926 ile 1932 yılları arasında İstanbul yüksek sosyetesinin en beğendiği çağdaş gece kulüplerinden biri de, hiç kuşkusuz ki Madam Vera’ın eşi ile birlikte işlettiği “Rose Nuar” adlı gece kulübüydü. Madam Vera çok çekici ve insanlarla kolay dostluk kurmasını bilen şuh bir kadındı. Kendisi Mütareke yıllarında İstanbul’a sığınan Beyaz Ruslar’dan biriydi. Rusya’dan gelenlerin çoğu bir süre sonra başka ülkelere göç ettikleri halde, Vera İstanbul’dan ayrılmamış, kurduğu gece kulübünü yaşatabilmek için büyük bir mücadeleye girmişti.Atatürk, zaman zaman yakın arkadaşlarıyla birlikte Madam Vera’nın kulübüne uğrar, müzik ve varyete eşliğinde rakısını yudumlardı. Bir seferinde Madam Vera’nın işlerinin iyi gitmediğini öğrenir. Sebebi mekânın küçük olması ve sahne masraflarının da oldukça yüklü olmasıdır. Kulübü yaşatabilmek için krediye, yardıma ihtiyacı vardır. Atatürk, Madam Vera’yı masasına davet eder ve dertlerini dinler. Madam Vera sözünü tamamladığı zaman, “Niçin bankaya başvurmuyorsunuz” diye sorar. O da, “Başvurdum Gazi Hazretleri, fakat bizim işimizi bankalar hafife alıyor ve kredi açmak istemiyorlar. Oysaki bize verilecek kredinin geniş bir karşılığı var. Ama nazlanıyorlar” der. Atatürk bir kâğıt kalem ister ve İş Bankası’na bir not yazarak söz konusu kulübe on beş bin liralık kredi açılmasını buyurur. Atatürk’ün çağdaş eğlence tarzının ülkemizde yaygınlaşabilmesi için ne kadar istekli ve kararlı olduğu Madam Vera’ya gösterdiği bu yakın ilgiden kolayca anlaşılır. Kendisinin muhteşem sabrına gelince.

Atatürk çağdaş eğlence tarzını severdi ama, içki sofrasında fazla konuşulmasını pek sevmezdi. Masasına da çok özel insanları davet ederdi. Bunları söyleyen zatı, 1980’li yılların başlarında Pera Palas’ın efsanevi “Orient” barında tanıdım. Söz konusu barın yöneticisiydim o günlerde. Mümtaz konuğum 80 yaşını aşkın tonton bir ihtiyardı ve Pera Palas’ın en kıdemli müdavimlerinden biriydi. Aynı zamanda da kendisi çok münevver bir rakı tiryakisiydi. Hemen her akşam bara gelir, genellikle de Atatürk’le ilgili konuları seçerdi hep.
Pera Palas’ın balo salonunda büyük bir kuruluşun yıldönümü daveti vardır. Atatürk, şeref misafiri olarak kendisine ayrılan yerde otururken, rakısını da sakince yudumlamaktadır. Ancak, hemen yan tarafında oturan kuruluşun genel müdürü, sürekli olarak “Ben başkan olarak kısa vadede şöyle projeleri hayata geçireceğim, orta ve uzun vadede de böyle projeleri uygulamaya koyacağım. Ben başkan olarak kuruluşumuzu ilk on yılda şuralara, ikinci on yılda buralara getireceğim. Ben başkan olarak…” der durur. Atatürk çok sıkılmıştır ama sabırla dinler başkanı. Bu arada şef garson gelerek elinde değişik türde balıkların bulunduğu fayansla masaya yaklaşır ve Atatürk’e, “Efendim, size hangi balığı hazırlamamı istersiniz?” diye sorar. Atatürk, balık fayansını yaklaştırmasını söyler şef garsona ve fayanstaki balıklardan birinin kuyruğunu tutup koklar. Bunu gören başkan, “Efendim, balık kokarsa baştan kokar, siz kuyruğunu kokluyorsunuz” der. Atatürk gayet sakince, “Efendi, ben sayenizde her şeyin baştan koktuğunu öğrenmiş bulunuyorum. Onun için de bu kokuşmuşluğun kuyruğa kadar sirayet edip etmediğini kontrol ediyorum” der. Daha sonra da sertçe, “Teminden beri sözünü ettiğiniz o kısa, orta ve uzun vadedeki işletme projelerinizi yarın sabah saat dokuzda masamın üzerinde görmek istiyorum” der ve şef garsona balık siparişini verir. Böylece, başkan gecenin sonuna kadar bir daha Atatürk’ü rahatsız edemez.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Padişahlar gizli içerdi, ben açık içiyorum!

'Moda koyundayız. Sıcak bir yaz akşamı. Sakarya motoruyla bir deniz gezisine çıkmıştık. Mehtabın ilk günleriydi. Koyun manzarası Atatürk'ün çok hoşuna gitmişti.
Atatürk bize:
- "Buraya geldiğimizi kimse görmesin. Elektrikleri de söndürüp kendi kendimize rahat bir şekilde yeyip içelim. Mehtap da hazır" dedi.
Fakat daha on beş dakika bile geçmemişti ki, çevremizin sessiz sedasız sandallarla çevrilmekte olduğunu gördük. Atatürk sarıldığımızı görünce:
- "Karanlığın anlamı kalmadı. Elektrikleri yakın" dedi.
Ortalık ışıyınca beyaz yazlık elbiseleriyle gecenin içinde Atatürk'ün heybetli vücudu, bir heykel parlaklığıyla ortaya çıktı. O an denizin ortasında bir alkış sesi yükseldi. Bizim orada olduğumuzu öğrenen başka sandallar da kafileye katıldılar.
Atatürk, sevgi gösterisinde bulunan kalabalığa, sanki kendi konuklarıymış gibi sormaya başladı:
- "Size ne ikram edeyim, ne istersiniz?"
Sandallardaki kalabalık arasından sesler yükselmeye başladı:
- "Paşam seni isteriz."
Görülecek manzaraydı bu. Atatürk bir ara eliyle beni çağırdı:
- "Rakı, şarap ne varsa hepsini halka dağıt. Bana da bir şişe bırak" dedi.
Ben de ne kadar içki varsa, orada bulunan herkese dağıttım.
Bağırış, çağırış gırla gidiyor. O zaman Atatürk, karşısında coşan, sevgi gösterisi yapan halka doğru kadehini kaldırarak şöyle konuştu:
- "Vatandaşlarım... Buna rakı derler. Vaktiyle padişahlar gizli içerlerdi. Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz. Neticede unutmayın ki, ben de sizin gibi insanım."
(Atatürk'ün Uşağı Cemal Granda Anlatıyor / Kristal Kitaplar)

13 Nisan 2010 Salı

Kadınlar Lokantada

Zaman o zamandı: başta Atatürk vardı. Büyük uyanma dönemi yaşanıyordu milletçe.
O zamanlar Ulus'ta bir İstanbul Lokantası varmış. Müşteriler kalpaklı, pos bıyıklı, kavi adamlar.
Yemeğe iki hanım geliyor her gün: Biri Süreyya Ağaoğlu, biri de Hukuk'u onunla bitiren iki hanımdan biri... Lokantaya her girişlerinde bütün başlar kalkıyor.
Bir gün zamanın Başbakanı Rauf Orbay'dan bir haber geliyor:
"İki genç kızın İstanbul Lokantasında yemek yemeleri uygun değil."
Hatta galiba haberi kızına ileten, Ağaoğlu Ahmet. Genç kız küplere biniyor. Tam o akşam, gene avcı kıyafetiyle, gene traktör sürmekten yorgun, Paşa evlerine geliyor. Gene coşkular içinde. Gene Türk kadını, şu olabiliyor, bu olabiliyor diye iftiharlar içinde...
Süreyya dudak büküyor. Atatürk, kendisine "İşini sevmiyor musun?" diye sorduğunda "Evet ama Başbakan, öğleleri lokantaya gitmeme kızıyormuş." diye yanıtlıyor.
- Hakkı var. Orada ne işin var?
Ertesi gün dairede bir koşuşma, "Paşa sizi istiyor" diye geliyorlar.
- Hangi Paşa?
- Kemal Paşa Hazretleri. Paşa, açık gri bir otomobilde beni bekliyordu.
İstanbul Lokantasının önünden geçerken şoföre "Dur" emrini verdi. Lokantadakiler dışarı fırlamışlardı. Atatürk, herkesin duyabileceği bir sesle:
- Bugün Süreyya Hanım Çankaya'da benim davetlim, yarın her zamanki gibi lokantaya gelecek, dedi.
Çankaya'da Latife (Gazi Mustafa Kemal) beni gülerek karşıladı. Aslında. Atatürk çok kızmış Başbakan'a...
... Ve sonra ne oldu biliyor musunuz? Herkes ertesi gün, İstanbul Lokantasına eşleriyle geldi.
Zaman işte o zamandı.

Nimet ARZIK
Kaynak: Nimet Arzık - Uç Beyleri

11 Nisan 2010 Pazar

Cumhuriyette Angarya Yoktur

Cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz'de bir geziye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasındabulunuyordum. Rize'ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti. Vali'ye:

- Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz? diye sordu. Vali de anlattı. Bütün yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.

Atatürk'ün kaşları çatıldı. Oldukça sert bir dille:

- Vali Bey, dedi "Corvee" nedir bilir misiniz? Öyle ise ben söyleyeyim: Angarya demektir. Ve şunu da bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyette angarya diye bir şey yoktur.

5 Nisan 2010 Pazartesi

ABD, Atatürk ölünce ne yaptı?

Tarih: Şubat 1923
Yani; Kurtuluş Savaşından dört ay sonra,
Yani; Cumhuriyetin ilanından dokuz ay önce.

Mustafa Kemal, Amerikan milletine hitaben,
Lozan Konferansının kesintiye uğramasının ardından,
ABD Senatosuna aşağıdaki mektubu göndermiştir:

“Büyük Amerikan Milletine,

Siz zulüm ve zorbalığı kendi vatanınızdan uzaklaştırdınız. Siz, uzun ve kanlı bir mücadeleden sonra kendi özgürlük ve bağımsızlığınızı kazanarak halk egemenliğine dayanan demokratik bir devlet ve güçlü bir uygarlık kurdunuz. Yer kürenin diğer tarafında diğer bir ulus var ki, o da aynı özgürlük, aynı bağımsızlık ve aynı demokrasi uğrunda mücadele ediyor, kan döküyor. Bu ülkünün arılık ve yüceliğine karşı düşüncelerinizi yanıltmak istiyorlar. Bu propagandayı yapanlar, ya birtakım cahil tutucular veya yeni kazandığımız özgürlüğü kaldırmak ve bizi ondan mahrum etmek isteyen gizli ve açık düşmanlarımıza alet oluyorlar. Yalanlara ve iftiralara inanmayınız.Özgürlük ve bağımsızlık uğrunda savaşan ve tıpkı sizler gibi dünyada ilerleme ve adaleti sağlamak için samimi bir surette mücadele eden Türk halkına kalbinizi açık bulundurunuz.”
Gazi Mustafa Kemal

Bu mektup, Amerikan Senatosu'nun 26 Şubat 1923 günkü oturumunda, Senatör Mr. Oven'in önerisi üzerine, okunarak zapta geçirilmiştir. Bundan dört hafta sonra, Mustafa Kemal, ünlü 'TIME' dergisine kapak olmuştu..



Bu 'Dostluk eli'ne, en anlamlı cevap, tam onbeş buçuk yıl sonra geldi.10 Kasım 1938'de, Türk Milleti, acıların en büyüğünü yaşıyordu, Atatürk ölmüştü. Durum, bütün ülkelere resmen bildirildi. Afganistan'dan Finlandiya'ya, Japonya'dan Letonya'ya kadar bütün ülkeler cenazeye en üst seviyede heyetlerle katılacaklarını bildirdiler.

Atatürk'ün en çok savaştığı ülke İngiltere, özel bir zırhlı ile gönderilen ve başında,
onun Anafartalar'da denize döktüğü kıtaların komutanı Mareşal Lord Birdwood ve İngiltere'nin Akdeniz Filosu Başkomutanı Oramiral Dudley Pound olmak üzere kalabalık bir heyet ve12 subay 160 erlik bir tören kıtası ve 56 mevcutlu bir bando ile katılırken, düşman Yunanistan, başında Başbakan Metaxas olmak üzere, 12 kişilik yüksek bir heyetle cenaze töreninde bulunacağını açıkladı.

ABD'den ise, uzun süre cevap gelmedi. Sonunda, Amerikan Dışişleri Bakanlığı Protokol Dairesi, 18 Kasım 1938'de, Ankara'daki Büyükelçiliği'ne gönderdiği yazıda, törende ABD'yi, sadece Büyükelçi'nin temsil edeceğini bildiriyordu.
Yazıda, asıl enteresan olan ifade, şöyle idi: “ABD büyükelçiliği'nden alınan bir telgrafta Amerikan hükümeti adına cenaze töreninde kullanılmak üzere, 300 dolarlık bir çelenk yaptırılması için büyükelçiliğe yetki verilmesi önerilmiş, ancak ABD dışişleri bakanlığı bu bedeli yüksek bulduğundan, büyükelçiliğe 200 dolar harcama yetkisi verilmiştir.”

Not: ABD, Lozan Antlaşması'nı tanımayan ilk ve tek ülkedir...

2 Nisan 2010 Cuma

Che'nin Çantasından Çıkan Kitap

Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün Büyük NUTUK’u” çıkmıştır...”

Tarayıcınız bu resmin gösterilmesini desteklemiyor olabilir.

NUTUK’un Küba Devrimi’ndeki yeri aslında daha önceki yıllara dayanıyor. Sosyalist Küba Cumhurbaşkanı Fidel Castro, 12 Mayıs 1961 tarihinde Havana’da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir’den “Atatürk’ün Büyük Nutuk Kitabını” ister. ABD’nin bilgisi olmaması ricasıyla yapılan bu istek, Bilal Şimşir tarafından uzunca bir süre sonra yerine getirilebilir. İşte, Fidel Castro’nun Atatürk hayranlığının kaynağı; İngilizce “Nutuk” kitabını özümseyerek okumasında ve devrimci M.Kemal ATATÜRK’ün ilk antiemperyalist savaşımını zafere eriştiren “1919 Ruhu”ndan esinlenmesinde yatıyor.

12 Aralık 1996’da bir ödül töreni için gittiği Küba’da Fidel Castro ile görüşen Dursun ÖZDEN kendisine “Türkiye’de solcu, ilerici ve devrimci gençler; Che Guevara ve Fidel Castro’yu çok seviyorlar ve sizleri mutlak önder olarak kabul ediyorlar...” der. Bu sözlere Castro’nun verdiği yanıt çok anlamlıdır: “Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?... Devrimci ATATÜRK bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır...

Mart 1997 de Habitat Toplantısı için İstanbul’a gelen Fidel Castro, yaptığı konuşmada şöyle der: “Asıl devrimci M.Kemal Atatürk’tür. Ben bir devrim yaptım, ama O’nun yaptıklarını asla başaramazdım. Sakın kendinize başka esin kaynağı aramayın...”Fidel Castro’nun bu sözleri karşısında heyecanlanmamak mümkün mü?

Bu bağlamda son yıllarda Latin Amerika ülkelerinde esmekte olan “ulusalcı ve antiemperyalist rüzgarda” Mustafa Kemal ışığının etkisi yok mudur sizce?...

O Mustafa Kemal ışığıdır ki; doğudan batıya, güneyden kuzeye, birçok halk hareketini ve halk önderini etkilemiştir. Örneğin, çağdaşları Lenin ve Churchill kendisini hep takdir etmişlerdir. Örneğin, 1935’teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı’nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao’nun ilk sözleri şöyledir: “Ben, Çin’in Atatürk’üyüm..” Ve 1948’den bugüne dek, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki 8. ve 9. sınıflarda Yakınçağ Tarihi derslerinde Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri okutuluyor.

Peki, Atatürk ışığı dünyanın dört bucağını aydınlatırken Türkiye’de neler oluyor? Ne yazık ki ülkemizde bir yandan gericiler ve yobazlar diğer yandan Che, Castro, Lenin, Mao gibi devrimci liderleri sözde örnek aldıklarını sanan “uçuk solcular”, Atatürk’ü ve düşüncelerini yıpratmak için herşeyi yapıyorlar. Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri de Atatürk’e karşı olan her türlü gerici ve bölücü hareketi destekliyorlar. Bu tür çalışmalar yurt dışında da sürüyor. İşte sizlere iki örnek:
Birincisi, Küba polis şefi Carlos Fernandez’in yaptığı açıklamaya göre: “Başkent Havana’daki 13/K parkında, birçok dünya liderinin büstlerinin olduğu yerde bulunan Atatürk büstü, Havana Karnavalı için çeşitli ülkelerden gelen ‘Kürt kökenli gençler’ tarafından 26 Temmuz 2007 günü yerinden sökülerek yok edilmiştir...”

İkinci örnek ise çok düşündürücü: “Annan Planı gereğince KKTC’deki ortaöğretim okullarının ders kitaplarından Atatürk ve Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı konuları çıkarıldı...

Son yıllarda ülkemizin üzerine çöken kara bulutların dağıtılabilmesi için; öldürüldüğü gün Che’nin sırt çantasından çıkan NUTUK’u kendimize rehber edinmemiz gerekiyor.

Yayımlayan : Cemal Sağmen

26 Mart 2010 Cuma

Misyoner Avar ve Atatürk

Yıllar önce İzmir Kadınlar Hapishanesi' ndeki mahkum kadınlara akşam dersleri verilmesi kararlaştırılmıştı .

Bir gün milli eğitim müdürü'nün odasına zayıf, ufak-tefek bir genç kız girdi.
"Ben bu dersleri memnuniyetle kabul ederim, efendim," dedi. Müdür şaşırmıştı.

Karşısındaki genç kız, okuldan yeni çıkmış, üstelik, son derece de hassas bir insana benziyordu.
Müdür bir kez daha hapishanedeki tipleri gözünün önüne getirdi. Olacak şey değildi!

Lakin düşüncesini belli etmedi.
"Peki, hoca hanım," dedi. "Bu işle meşgul olacağım."

İki hafta geçmeden, genç kız, soğuk ışıklar altında hapishane koğuşundaki akşam derslerine başlamıştı.

İşi bittikten sonra, ince pardesüsünün yakasını kaldırıyor, süngülü nöbetçilerin, zincirli kapıların arasından geçerek sokağa çıkıyor ve hızlı adımlarla evine koşuyordu.

Hapishane müdürü de, milli eğitim müdürü gibi, hayretler içinde idi.

O kavgacı, o geçimsiz mahluklar, genç öğretmeni hem sevmeye, hem saymaya başlamışlardı. Kadınlar hapishanesinde ilk defa böyle bir hava esiyordu.

Fakat işinde inanılmaz bir başarı gösteren kızın, bir süre sonra acayip bir suçla adliyeye götürüldüğünü görüyoruz.

Hakkındaki isnat: Misyonerlik.
Gittikçe kabaran dosyalar, hep misyoner öğretmenden bahsediyordu.

Neler de neler yapmamıştı ki:
Kadınlar hapishanesi derken, Kinder Garten Teşkilatında çalışmalar, çocuklara iyi insan olmak etrafında bir takım telkinler.
Bütün bunlar misyonerlik denilen şeyden başka ne idi?

İş o kadar dallanıp budaklandı ki, Atatürk meseleyi merak etmişti.
- "Bana misyoner öğretmenin dosyasını getiriniz," dedi.

Bütün bir gece o dosyayı inceledikten sonra, ertesi günü öğretmen Avar'ı yanına çağırttı.
Genç öğretmen Atatürk'ün karşısına çıktığı vakit bir yaprak gibi titriyordu.

Atatürk, bu ufak-tefek kıza hayretle baktı.
- "Misyoner öğretmen sensin, öyle mi?" diye sordu.

Avar şaşırmıştı. Yavaşça, "efendim, ben öğretmen Avar," diye fısıldadı.

Atatürk, o zaman genç öğretmene doğru parmağını uzatarak yüksek sesle şunlan söyledi:
-Hayır, sen misyoner Avar'sın. Bana, senin gibi misyonerler lazım.

Ondan sonra da Atatürk fikirlerini açıkladı:
Bir toplum, daha ziyade aile yoluyla, bilhassa kadın yoluyla kazanılabilirdi. Genç öğretmen Doğu'ya gidecekti. Oradaki genç kızlan, hatta bunlann arasında hiç Türkçe bilmeyenleri bile toplayacaktı. Onları, bu toplumun potasında yetiştirecekti; sonra bu çocuklan birer ışık huzmesi altında köylere gönderecekti.

Sözlerinin sonunda:
- Git, memleketin içine gir, dağ köylerine, uzan; orada bizden ışık bekleyen yarının annelerini göreceksin, dedi.

Genç öğretmen, içi içine sığmaz bir halde Atatürk'ün yanından çıktı.

İşte yıllar ve yıllardır Avar, Doğu illerinden birinde Kız Enstitüsü Müdürlüğü'nde bu inanılmaz işle meşguldür.

Şimdi Elazığ, Tunceli, Bingöl çevrelerindeki halk, bu ufacık-tefecik kadından bir azize gibi bahseder.
Onun hakkında iki yüze yakın mani, masal ve çocukların dilinde sayısız “Avar Şarkıları” vardır.

O, yol vermez, geçit tanımaz dağlara at sırtında tırmanır, dağ köylerinden, çoğu esmer köy kızlarını toplar, onları kendi ceketine sanp okuluna götürür.

Avar, Doğu'da gerçekten inanılmaz bir isimdir.

Dağ tepesindeki köylere bu masal kadının, öğrenci toplamak için gittiği zaman köylüler, "kızımı da götür, Avar" diye atın üzengisine yapışıyorlar. .

Şehre, Avar'ın okuluna gelen kızı, bir kere de üç-dört yıl sonra görünüz. Ben, bir insan yaratma mucizesini orada gözlerimle gördüm.

Hikmet Feridun Es

Hayat Dergisi 1957

25 Mart 2010 Perşembe

İzmir'de Atatürk Büstü





Resimlerde bu yıl yapımı biten Atatürk büstünü göreceksiniz. Büstün yüksekliği Rio da ki İsa heykelinden daha yüksektir.İzmirin taşı toprağı
ATATÜRK tür.

4 Mart 2010 Perşembe

Atam...

Yıllar önce böyle dans edilirmiş...

22 Şubat 2010 Pazartesi

İstanbul Kız Kulesi


Rica Ederim... Alttaki yazıyı Türkçe'ye bile çevirmeye gerek duymuyorum...

18 Ocak 2010 Pazartesi

Atatürk'e Suikast

İzmir Suikastının elebaşlarından Ziya Hurşit ve arkadaşları İstiklal Mahkemesinde yargılanıyor.

Suikast şebekesi, aylardan beri birtakım özel tertibat ile her ne olursa olsun Gazi'ye karşı suikast yapmayı ve bu suretle de hükümeti devirmeyi kararlaştırmıştı. Suikastı hazırlayanlar, Terakkiperver Cumhuriyet fırkasına mensup bazı kimselerdi. En önemli rolü oynayanlar Terakkiperver Fırkadan İzmit Milletvekili Şükrü Bey ile eski İttihat ve Terakkici Kara Kemal'di. Suikast önce Ankara'da tasarlanmış, Erzincan Milletvekili Sabit Bey'le Faik Bey'in müdahaleleri ile önlenmiş, daha sonra Bursa'da düşünülmüş, bu da uygun görülmeyerek İzmir'de gerçekleştirilmesine karar verilmiştir.

16 Haziran 1926'da İzmir'e gelmesi beklenen trenin gelmemesi sonucu Giritli Şevki durumu İzmir Valisine ihbar etmiş ve suikastçılar silahları ile birlikte yakalanmışlardır.

Suikast olayının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası bir kısım mensupları ile ilgili bulunduğu ortaya çıkmış ve eski İttihat ve Terakkicilerin de bu olayın tahrik ve düzenleyicileri oldukları anlaşılmıştır. Amaçları, önce irticayı tahrik ve dini siyasete alet ederek Mustafa Kemal Paşa'yı iktidardan düşürmekti. Buna muvaffak olamayınca, İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleri, Terakkiperver Fırkanın içindeki adamlarıyla suikast teşebbüsü hazırlıklarına girişmişlerdir. Kurulan İstiklal Mahkemesi, suçları sabit olanları idama mahkum etmiştir. 14 Temmuz 1926'da başta Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Çopur Hilmi, Şükrü Bey, Ayıcı Arif, İsmail Canpolat olmak üzere 13 kişi idam edilmiştir.

8 Ocak 2010 Cuma

Atatürk'ü Koruma Kanunu


Atatürk heykellerine yönelik saldırıların artması sonucunda hazırlanan ve 5 maddeden oluşan 'Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun', 31 Temmuz 1951 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi.

Halk arasında daha çok 'Atatürk'ü Koruma Kanunu' olarak adlandırılan bu kanun çerçevesinde, Atatürk'ün şahsına hakaret edenlere ve onu temsil eden anıtları tahrip edenlere çeşitli hapis cezaları getirildi.



Kanunun metni şöyle:

Yayım Tarihi ve Sayısı: 31/07/1951 - 7872
Numarası: 5816

Madde 1- Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

Yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.

Madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır.

Birinci maddenin ikinci fikrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.

Madde 3- Bu Kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.

Madde 4- Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Madde 5- Bu Kanunu Adalet Bakanı yürütür.

Atatürk'e Einstein'dan Mektup


Ekselansları (Atatürk),

OSE Dünya Birliği'nin şeref başkanı olarak, Almanya'dan 40
profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye'de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler , Almanya'da halen yürürlükte olan yasalar nedeni ile mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe , bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler , yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler.

Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için
izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve
seçkin akademisyen olan bu 40 kişi , birliğimize yapılan çok sayıda müracaat
arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları , hükümetinizin talimatları
doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir
karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.

Bu başvuruya destek vermek maksadıyla , hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etmek cüretini buluyorum.

Ekselanslarının sadık hizmetkarı olmaktan şeref duyan

Prof. Albert Einstein

ATATÜRK'ÜN KİMLİK NUMARASI ''10000000146'' OLARAK BELİRLENDİ...


ANKARA, 29.05.2002
İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen, MERNİS Projesi hakkında ANAP TBMM Grubu'na bilgi sundu.
Projenin 2002 sonunda tamamlanacağını kaydeden Atış, şimdiye kadar 125 milyon kişiye Türkiye Cumhuriyeti Kimlik Numarası verildiğini açıkladı.
Atış, sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Ulu Önder Atatürk'e özel bir kimlik numarası verildiğini bildirerek, Atatürk'ün numarasının ''10000000146'' olarak belirlendiğini söyledi.


T.C. Kimlik No Doğrulama Sayfasından T.C. Kimlik Numarasını girince "Sorguladığınız kayıtla ilgili teknik bir hata oluştu. Sistem görevlileri ile irtibata geçiniz."
diye bir uyarı yazısı çıkıyor. Ancak aşağıdaki bilgileri girerseniz kayıt verilerine ulaşabilirsiniz...


Sorgula


T.C. Kimlik No Sorgulama Bilgileri
İL..................: GAZİANTEP
İLÇE................: ŞAHİNBEY
ADI.................: GAZİ MUSTAFA KEMAL
SOYADI............: ATATÜRK
BABA ADI.........: ALİ RIZA BEY
ANNE ADI.........: ZÜBEYDE HANIM
DOĞUM TARİHİ...: 1881
CİNSİYETİ..........: ERKEK



ATA'NIN KİMLİK NUMARASI 10000000146


Türkİye'de ölü ya da diri tam 126 milyon kişi numaralandı. 11 rakamdan oluşan "Türkiye Cumhuriyeti Kimlik Numaraları" içinde en prestijli numara Atatürk'e verildi. Bu aynı zamanda ilk numara: 10000000146.
Geçtiğimiz 29 Ekim'de Türkiye'de kimlik numarası verme işlemi bütün ilçe nüfus müdürlüklerinde aynı anda başladı. Bilgisayarlar yardımı ile 100 milyon 1'den başlayarak 999 milyon 999'a kadar herkese karışık olarak numaralar verildi. Numaralarda kimseye ayrıcalık tanınmadı. Atatürk için özel bir numara seçildi.


YÜZ MİLYON BİR'İN ÖZELLİĞİ


'Merkezi Nüfus İşleri Sistemi' adı verilen projenin başdanışmanı Prof. Dr. Ünal Yarımağan, "Sistem 11 rakamdan oluşuyor. Ancak son 2 rakam numaranın güvenliğini sağlamak amaçlı konuyor. Dolayısıyla son iki rakamı devreden çıkardığımızda Atatürk'ün numarası sistemin ilk başlangıç numarası olan 100000001 (Yüz milyon bir). Sonundaki rakam 46 ise bir hataya sebebiyet verilmemek için kullanılan güvenlik numarası" dedi.